1 Haziran 2012 Cuma

XNA, EVRİM TEORİSİNE NEDEN DELİL OLAMAZ?

XNA ismindeki sentetik DNA, evrime delil olarak çeşitli haber sitelerinde yutturulmaya çalışılmakta.



1] Evrimciler, DNA’nın kendi kendine tesadüfler ve mutasyonlar sonucu doğal seçilim yolu ile oluştuğunu söyler. XNA ise, tesadüfen oluşmamıştır. Laboratuarda eğitimli ve şuurlu bilim adamlarınca üretilmiştir.

2] Bilim adamlarının XNA’yı üretmek için önce 6 farklı molekül üretmeleri gerekmiştir. Bu 6 farklı molekülün her birini doğru şekilde üretmek için ise, yüzlerce deneme yanılma yapmışlardır. Evrim teorisine göre, ilk deneme başarısızsa işlem devam etmez. Çünkü işlevliği olmayan birşey, kaydedilemediğinden veri silinir ve o işlem daha tamamlanmadan biter. Kontrollü bir laboratuar ortamında bile deneme yanılma olmaksızın oluşturulamayan bir molekül, doğa şartlarında kendi kendine asla meydana gelemez.

3] Üretilen XNA, DNA ile benzer işlevlere sahip olabilir. Ama bu durum evrime delil teşkil etmez.Bir Shakespeare eserini alıp yüzlerce hatta binlerce fotokopisini çektiğimizi ve bunları ciltlediğimizi varsayalım. Alıp okuduğumuzda içindeki bilgi, orjinal eserinki ile aynı olacaktır. Ama eseri yazan biz değil; Shakespeare’dir. Bugün bilim adamları, doğadaki teknolojilerin bir çoğunu taklit etmektedir.Ancak taklit etmek; evrimi değil yanlızca doğadaki tasarımların ne kadar mükemmel bir şekilde yaratıldığını kanıtlar. Çünkü, taklit etmek için taklit edeceğiniz ve model alacağınız tasarımın, en iyi tasarım olması gerekir. Kötü bir tasarımı taklit edemezsiniz. Zaten bozuktur çalışmaz. Ancak kusursuz olan, mükemmel tasarımlar taklit edilebilir.

Bir şahini taklit ederek savaş uçağı ürettiğinizde, “bakın laboratuarda şahin yaptım” diyemezsiniz. Şahin’inden esinlenerek, onu kendime model alarak “uçak yaptım” diyebilirsiniz. Bu durum da tamamen aynıdır. Üretilen şey, DNA gibi organik bir yapı değil; DNA’yı taklit eden sentetik bir yapıdır.

MİLYONLARCA YILDIR DEĞİŞMEMİŞ 100 MİLYON FOSİLİ İNSANLARDAN GİZLEDİĞİNİZ İÇİN

Darwinizm bir yalandır. Sahte fosiller sürekli olarak deşifre edildiği, gerçek fosiller ise evrimi tümüyle yalanladığı için EVRİMCİLER FOSİLLERİ GİZLEME İHTİYACI DUYARLAR.
Fosiller evrimi yalanlayan en önemli delillerdendir. Yeryüzünün çeşitli katmanlarından elde edilen ve canlıların ilk yaratıldıkları andan itibaren hiçbir değişime uğramadığını ortayan koyan 100 milyon fosil, evrimciler için tam bir çıkmaz oluşturmaktadır. Normalde kendi teorilerinin ispatı için kullanmaları gereken fosillerin her birinin Yaratılış gerçeğini tasdik etmesi Darwinistleri fosilleri saklamaya kadar itmiştir. İnsanların bunları görmesini ve bilmesini istemezler. Bunu tarihte çok yapmışlardır, bugün de halen yapmaktadırlar. Sahte evrim demagojilerinden sayfalarca, saatlerce bahsederler. Ama şu an var olan 100 milyon fosil hakkında tek kelime etmemişlerdir. Yüzlerce yıldır istikrarla sürdürülen kazılar sonucunda ele geçen milyonlarca fosil vardır. Fakat Darwinistlerin bunları gösterdikleri müzeler yoktur. Bunları hiçbir zaman bir sergide sergileyememişlerdir. Milyonlarca fosilin yeraltından çıktığı bilinmektedir, fakat bunların hiçbiri ortada yoktur. Ve bu, geçmişten beri sürekli olarak yapılan bir Darwinist oyundur.
Fosil gizlemek, Darwinistler için bir adettir. Nitekim 65 milyon yıllık bir papağan çenesi fosili de, günümüz papağanlarının milyonlarca yıl boyunca hiç değişmediğini gösteren bir yaşayan fosil olduğu ve evrim teorisini bu nedenle geçersiz kıldığı için uzun yıllar insanlardan saklanmıştır.
Ta ki California Berkeley Üniversitesi mezunlarından Thomas Stidham adında bir araştırmacının Berkeley Paleontoloji Müzesindeki fosil koleksiyonlarını incelemeye karar vermesine kadar.
Bunun ardından yapılan incelemede fosilin, bugüne kadar bulunan en eski papağan fosili olduğu, dinozorlarla aynı dönemde yaşadığı anlaşılmıştır. 13 milimetrelik fosilin röntgen çekimlerine göre, fosilin üzerinde bulunan “K” şeklindeki iz (kan damarları ve sinir yolları) günümüzdeki papağanlara ait özelliklerle aynıdır. Darwinistler, bu gerçeği gizleyebilmek için çözümü tam 40 yıl fosili saklamakta bulmuşlardır.

100 Milyon Fosilden Hiç Kimsenin Haberi Yoktu
Darwinistlerin fosil saklama taktiği, günümüzde halen büyük bir gizlilik içinde devam ettirilmektedir. İnsanların büyük bir kısmı, uzun bir süre boyunca, şu anda dünya çapında bulunmuş olan fosillerin 100 milyondan fazla olduğunu bilmemişlerdir. Adına yaşayan fosil denilen ve günümüz canlılarının milyonlarca yıldır değişmediğini ortaya koyan fosil örnekleri, yıllar boyunca Darwinistler tarafından gizlenmiş, bunlardan yalnızca birkaç örnek gündeme getirilmiştir. Dolayısıyla bilimsel yayınları veya interneti inceleyen kişiler, yaşayan fosil denince, uzun bir süre boyunca yalnızca birkaç ünlü örnek ile karşılaşmışlardır: Bir Ginkgo yaprağı, bir nautilus, bir okapi… Hemen her insan yıllarca, dünyada birkaç tane yaşayan fosil örneği olduğunu ve bunların da nadir şaşırtıcı örnekler olduğunu zannetmişlerdir. Şu an var olan neredeyse tüm canlıların, kurtların, atların, tavşanların, kaplumbağaların, balıkların, kuşların, sürüngenlerin neredeyse her türünün, milyonlarcasının yaşayan fosillerinin var olduğundan haberleri bile olmamıştır.
Bunun tek sebebi, Darwinistlerin 100 milyon fosili insanlardan gizlemiş olmalarıdır.
Darwinistler Fosilleri Neden Gizleme İhtiyacı Duyarlar?
Çünkü fosiller evrimi reddetmektedir. Fosil kayıtlarında bir tane bile ara form fosili bulunmamaktadır. Var olan fosil kayıtların tamamı -ki bunlar 100 milyondan fazla fosili ifade eder- mükemmel görünümde, tam ve kusursuz canlılara aittir. Bu 100 milyon fosilin çok büyük bir bölümünü yaşayan fosiller oluşturmaktadır. Söz konusu fosillerin yalnızca bir bölümünün, hatta 3-5 tanesinin bile ortaya çıkması, evrim teorisinin yok olduğunun ilanı demektir. İşte bu nedenle Darwinistler 100 milyon fosil karşısında dehşete kapılmışlardır. Tıpkı Kambriyen dönemine ait muhteşem canlı fosillerini 70 yıl boyunca saklama ihtiyacı duymaları gibi, şu anda da evrimi çökerten bu muazzam koleksiyonu da gözlerden saklamaya çalışmışlardır.

KAMBRİYEN DÖNEMİ KOMPLEKS CANLI FOSİLLERİNİ 70 YIL İNSANLARDAN GİZLEDİĞİNİZ İÇİN


Paleontolojinin evrim hakkında gösterdiği gerçek, evrimin doğa tarihinde yeri olmadığıdır. Ana canlı grupları, Kambriyen patlamasında yaşama aniden ve kusursuz beden yapılarıyla başlamıştır. Evrimciler yoğun çabalarına rağmen bunlar arasında hiçbir ara form bulamamışlar, paleontoloji bilimi Darwinizm’in çöküşünü getirmiştir. Bu çöküş süreci, 1909 yılında Kanada’da yapılan “sessiz” bir keşifle başlamıştır.
Bir Mucizenin Keşfi: Burgess Shale Faunası
Kambriyen’de ortaya çıkan canlıların arasındaki farklar oldukça büyüktür. Bu farklar bazen öylesine büyüktürler ki, bazı canlılar tek bir türe özeldir. Bunun gibi bir şey daha önce olmamıştır ve bundan sonra da gözlemlenmemiştir. http://www.leaderu.com/orgs/probe/docs/ bigbang.html
Charles Doolittle Walcott, ABD’nin ünlü müzelerinden Smithsonian Institution’da görevli yönetici (1907-1927) ve bir paleontologdu. Kanada’nın Rocky Dağları civarındaki Burgess bölgesinde çalışan demiryolu işçilerinin, çeşitli fosiller bulduğuna dair duyumlar aldı. 1907 yılının Temmuz ayından itibaren konuyu araştırmak için bölgeye ziyaretler gerçekleştirdi ve sözü edilen fosillerden örnekler aramaya başladı. 31 Ağustos 1909 günü, tecrübeli paleontoloğun yine Burgess’te fosil araştırması için bulunduğu günlerden biriydi. Ancak bir farkla: Walcott, başlangıçta sıradan görünen o günkü araştırmasınının kısa bir süre sonra paleontoloji tarihinin en büyük bulgularından birini vereceğinden habersizdi.
O, gökleri ve yeri hak olarak yaratandır. O’nun “ol” dediği gün (herşey) oluverir, O’nun sözü haktır. Sur’a üfürüldüğü gün, mülk O’nundur. O, gaybı ve müşahede edilebileni bilendir. O, hüküm ve hikmet sahibi olandır, haberdar olandır.
(Enam Suresi, 73)
Burgess’teki kayalar, şist adı verilen kaya tipindeydi ve ince ince tabakalardan meydana geliyordu. Böyle bir kaya üzerindeki tabakalar, kayaya uygun açıdan vuruldukça birbirinin üzerinden kayıyor, barındırdıkları fosil izler gün ışığına çıkıyordu. Walcott, böyle bir Burgess Shale kayasında o gün ilk Kambriyen fosilini ele geçirdi. Detaylı kazılara daha sonra başlamak üzere fosillerin yerini işaretledi. Araştırmalarına yeniden başladığında, paleontolojik değeri adeta bir altın madeni olan bulgular ele geçirmişti.
Walcott, o yıllarda yaptığı incelemelerde, ilk bakışta gizemli görünen bazı yumuşak vücutlu canlıların izlerine rastlamıştı. Bu canlıları tanımaya, onların neden burada olduklarını anlamaya çalıştı. O ana kadarki bilgilere göre, bunların hiçbirinin burada olmaması gerekiyordu. Bulgularının olağanüstü öneme sahip olduklarını fark eden Walcott, örnekleri hemen incelemeye aldı.
Kanada’daki Burgess Shale Faunası
Bu bölge, şaşılacak derecede iyi korunmuş Kambriyen fosilleriyle dolu bir faunaydı. Hayvan fosillerini barındıran en eski fosil katmanları buradaydı ve bu katmanlar müthiş bir çeşitlilik ve komplekslik sergiliyor, yüzmilyonlarca yıl öncesi döneme bir pencere açıyordu. Bulunan fosiller, yumuşak bedenli canlılara ait olmalarına rağmen çok iyi korunmuşlardı. İnce kaya tabakalarının arasındaki fosiller sanki yumuşak dokuların dahi detayını gösteren minyatür birer röntgen filmi gibi duruyorlardı. Walcott, kolsu ayaklılar, solucanlar ve eklem bacaklılar gibi çok çeşitli gruplardan hayvanların fosillerini buldu. Bunlar, birçoğu yumuşak bedenli olan çok sayıda deniz canlısıydı.
Peki ama yüz milyonlarca yıl önce deniz tabanında yaşamış olan canlıların fosilleri Rocky dağlarının deniz seviyesinden yaklaşık 3000 metre yüksekliğinde ne arıyordu? Anlaşılıyordu ki, bu canlıların üzeri, yüzmilyonlarca yıl önce deniz tabanında meydana gelen bir kayma sonucunda kumla örtülmüş, bu tortullu tabaka, sonraki jeolojik hareketlerle yükselerek Rocky dağlarına oturmuştu. Böylelikle en eski kompleks canlıların son derece iyi korunmuş fosillerinin Walcott’un gözlerinin önünde belirmesi mümkün olabilmişti.
Burgess Shale bölgesinde, en eski kompleks canlıların yaklaşık 65.000 kadar örneğini toplayan Charles Doolittle Walcott, tarihin en büyük bilim sahtekarlıklarından bir diğerinin sahibiydi. Bulduğu fosillerin evrim teorisini tümüyle ortadan kaldıracak büyük bir delil olduğunu bildiğinden, bunları tam 70 yıl, müdürü olduğu Smithsonian Müzesinde sakladı. Ancak Kambriyen gerçeği örtbas edilecek gibi değildi. Dünyanın çok çeşitli yerlerinde ortaya çıkan yeni fosiller, Kambriyen döneminde bir canlı patlaması olduğunu açıkça gösteriyordu. 70 yıl sonra ortaya çıkarılan Burgess Shale fosilleri de bu gerçeği en mükemmel şekilde ilan etmişti.
Walcott bölgeyi, yakındaki Burgess dağından esinlenerek Burgess Shale (Burgess Şisti) olarak isimlendirdi ve 1910 – 1917 yılları arasında burada yaklaşık 65.000 fosil örneği topladı. Andrew Parker, In The Blink of an Eye, Perseus Publishing, April 2003, s. 30
Walcott topladığı fosillerin hangi filumlara ait olduğuna baktığında çok şaşırdı. Çünkü bulduğu fosil tabakası çok eskiydi ve bundan daha eski tabakalarda kayda değer bir yaşama rastlanmamıştı; ama bu tabakada bilinen filumların neredeyse tamamına ait canlılar vardı. Dahası hiç bilinmeyen filumlara ait fosiller de bulmuştu. Bu, hayvanlar alemindeki tüm vücut yapılarının, aynı jeolojik devirde, bir arada ortaya çıktıklarını gösteriyordu.
Bu ise Darwin’in teorisi için yıkıcı bir darbe oluşturuyordu. Çünkü Darwin canlıların yavaş yavaş dallanan bir ağacın kolları gibi geliştiğini ileri sürmüştü. Darwin’in kurguladığı evrim ağacına göre, yeryüzünde ilk başta tek bir filum olmalı, sonra uzun zaman dilimleri içinde farklı filumlar yavaş yavaş ortaya çıkmalıydı. Oysa Walcott, tüm filumların aynı anda ve aniden ortaya çıktıklarını gösteren kanıtlarla yüz yüzeydi. Bu, “evrim ağacı”nın tamamen tersine dönmesi anlamına geliyordu. Ağacın en uç dallarını sembolize eden ve türlerin ardından en son oluşması gereken filumlar, canlı tarihinin daha en başında ortaya çıkmışlardı.
Walcott’un bu bulguları kuşkusuz oldukça önemliydi. Ama Darwinizm’e yönelik bu büyük darbenin açığa çıkması için 70 yıl beklemek gerekecekti.
Çünkü Walcott, elde ettiği fosilleri bilim dünyasına açmak yerine, gizlemeye karar verdi. Washington D.C.’deki ünlü Smithsonian Müzesi’nin müdürü olan Walcott koyu bir Darwinistti. Evrim teorisine göre bu denli eski kayalarda nispeten basit yapıda fosillerin bulunması beklenirdi. Oysa bulduğu fosillerin komplekslik açısından günümüzde yaşamakta olan yengeç, denizyıldızı, solucan gibi canlılardan hiçbir farkı yoktu. İşin Darwinistler açısından en endişe verici yanı ise, Burgess Shale’de de, daha eski kayalarda da, bu canlıların atası olabilecek hiçbir fosil örneğinin bulunamamış olmasıydı. Bu açmazlarla karşılaşan Walcott, elde ettiği fosillerin evrim teorisine büyük bir sorun oluşturacağından emin olduğu için, bunları açıklamak yerine, çektiği bazı fotoğrafları, birtakım notlarla birlikte Smithsonian Institution’a yolladı. Fosiller burada yetmiş yıl kadar unutulacakları çekmecelere kilitlendiler. Burgess Shale fosillerinin gün ışığına çıkması, ancak 1985 yılında, müzenin arşivlerinin yeniden incelenmesi sayesinde oldu. İsrailli bilim adamı Gerald Schroeder bu konuda şu yorumu yapar:
Eğer Walcott isteseydi, fosiller üzerinde çalışmak üzere bir ordu dolusu öğrenciyi görevlendirebilirdi. Ama evrim gemisini batırmamayı tercih etti. Bugün Kambriyen devri fosilleri Çin’de, Afrika’da, İngiliz Adaları’nda, İsveç’te ayrıca Grönland’da da bulunmuş durumdadır. (Kambriyen devrindeki) Patlama, dünya çapında yaşanmış bir olaydır. Ama bu olağanüstü patlamanın doğasını tartışmak mümkün olmadan önce, bilgi gizlenmiştir. Schroeder, “Evolution: Rationality vs. Randomness”, http://www.geraldschroeder.com/evolution.html
Burgess Shale fosilleri Walcott’un ölümünden on yıllar sonra yeniden incelendi. “Cambridge grubu” olarak anılan ve Harry Blackmore Whittington, Derek Briggs ile Simon Conway Morris’ten meydana gelen uzmanlar ekibi, 1980′lerde fosilleri detaylı bir şekilde analiz ettiler. Ve faunanın Walcott’un belirlediğinden çok daha çeşitli ve sıradışı olduğu sonucuna vardılar. Fosillerin, günümüzde bilinen canlı kategorileri altında sınıflandırılamayacağı yönünde görüş bildirdiler.
Canlılar, 542–490 milyon yıl öncesinde süregelmiş Kambriyen döneminde, oldukları gelişmiş ve kompleks halleri ile aniden ortaya çıkmışlardı.
Ortaya çıkan sonuç öylesine beklenmedikti ki, bilim adamları bu ani hareketi bir “patlama” olarak adlandırdılar. “Kambriyen Patlaması”, bilim tarihinin en benzersiz, evrimci bilim adamları için ise en açıklamasız olaylarının başında geliyordu. Kendi döneminde Kambriyen bulgularının farkında olan Darwin bile, bu önemli olaya açıklama getirilemediği sürece, teorisinin geçerliliğininşüphedeolabileceğigerçeğinikabuletmişti.
Bilim dünyasının, Burgess Shale fosilleriyle gecikmeli tanışması böyle gerçekleşti. Burgess Shale, çok iyi korunmuş fosilleriyle yüz milyonlarca yıl önceki Kambriyen ekosistemlerine açılan bir pencere gibiydi. Bu yüzden bilim adamları arasında giderek artan bir ilginin odağı oldu. 1980′li yıllarda yeni Kambriyen fosil alanlarının ortaya çıkarılması, Kambriyen patlamasına olan merakı daha da artırdı. Yeni paleontolojik bulgular, patlamanın çapının tahmin edilenin çok ötesinde olduğunu gösteriyor, durumu evrimciler adına çok daha vahim bir hale sokuyordu. Walcott’un endişeleri yerini bulmuştu. Kambriyen patlamasıyla ilgili bilgi akışı, Darwinist teori üzerinde bir “asit etkisi” meydana getirmekte gecikmedi. Kambriyen patlamasıyla ilgili anlayış geliştikçe Darwinizm’in temel varsayımlarının çürüklüğü kesin ve net bir şekilde ortaya çıktı.
Kambriyen dönemine ait bulunan fosiller, bir evrimci için dehşet habercisidirler. Söz konusu fosiller, o dönem canlıların günümüzdeki canlı kompleksliğine sahip olduğunu göstermekte, günümüz çeşitliliğinin bir benzerinin, hatta daha fazlasının bir anda ortaya çıktığını ilan etmektedir. Dahası, bu canlıların başka canlılardan evrimleştiğini gösteren hayali ilkel bir ata da hiç bir zaman var olmamıştır. Bu fosiller, evrimcilere göre, canlıların en ilkel yapıda olduğunu iddia ettikleri bir dönemde mükemmel bir komplekslik sergileyerek, canlıların bir anda, oldukları görünümde yaratıldıklarını yüksek sesle ilan etmektedirler. Bu, Darwinizm’in kesin olarak ölümü, yok oluşu anlamına gelmektedir. Darwinistler, açıklamasız kaldıkları konularda demagoji kullanmaya alışkındırlar ama canlı çeşitliliğinin yaklaşık 530 milyon yıl önce bir anda ortaya çıkmasına bir açıklama bulmaları imkansızdır.
Allah, Darwinistlerin kendi iddialarını temelinden yıkacak bir mucize yaratmıştır. Bu, tüm güçleri ile Allah’ın yaratışına karşı açıklama arayanlara ders olacak, onları tamamen açıklamasız bırakacak benzersiz bir mucizedir. Kambriyen kayalıklarında sergilenen şey, olağanüstü bir sanat, bir yaratılış harikasıdır. Kambriyen mucizesi, Yüce Allah’ın kusursuz bir eseri, sonsuz aklının ve gücünün muhteşem bir tecellisidir.
Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün art arda gelişinde, insanlara yararlı şeyler ile denizde yüzen gemilerde, Allah’ın yağdırdığı ve kendisiyle yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her canlıyı orada üretip-yaymasında, rüzgarları estirmesinde, gökle yer arasında boyun eğdirilmiş bulutları evirip çevirmesinde düşünen bir topluluk için gerçekten ayetler vardır. (Bakara Suresi, 164)

TEK BİR ARA FOSİL BİLE OLMADIĞINI HİÇBİR ZAMAN İTİRAF ETMEDİĞİNİZ İÇİN


Evrim teorisine göre bütün canlılar birbirlerinden türemişlerdir. Önceden var olan bir canlı türü, zamanla bir diğerine dönüşmüş ve bütün türler bu şekilde ortaya çıkmışlardır. Teoriye göre bu dönüşüm yüzmilyonlarca senelik uzun bir zaman dilimini kapsamış ve kademe kademe ilerlemiştir.
Bu durumda, iddia edilen uzun dönüşüm süreci içinde sayısız ara türlerin oluşmuş ve yaşamış olmaları gerekir.
Ara-Geçiş Formları Çıkmazı
Bu iddiaya göre geçmişte, balık özelliklerini hala taşımalarına rağmen, bir yandan da bazı sürüngen özellikleri kazanmış olan yarı balık-yarı sürüngen canlılar yaşamış olmalıdır. Ya da sürüngen özelliklerini taşırken, bir yandan da bazı kuş özellikleri kazanmış sürüngen-kuşlar ortaya çıkmış olmalıdır. Bunlar, bir geçiş sürecinde oldukları için de, sakat, eksik, kusurlu canlılar olmalıdır. Evrimciler geçmişte yaşamış olduklarına inandıkları bu hayali yaratıklara “ara-geçiş formu” adını verirler. Darwin, Türlerin Kökeni’nde ara geçiş formlarını şöyle açıklamıştır:
Eğer teorim doğruysa, türleri birbirine bağlayan sayısız ara-geçiş çeşitleri mutlaka yaşamış olmalıdır… Bunların yaşamış olduklarının kanıtları da sadece fosil kalıntıları arasında bulunabilir. C.Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 179
Ancak bu satırları yazan Darwin, bu ara formların fosillerinin bir türlü bulunamadığının farkındaydı. Bunun teorisi için büyük bir açmaz oluşturduğunu da görüyordu. Bu yüzden, Türlerin Kökeni kitabının “Teorinin Sorunları” (Difficulties on Theory) adlı bölümünde şöyle yazmıştı:
Eğer gerçekten türler öbür türlerden yavaş gelişmelerle türemişse, neden sayısız ara geçiş formuna rastlamıyoruz? Neden bütün doğa bir karmaşa halinde değil de, tam olarak tanımlanmış ve yerli yerinde? Sayısız ara geçiş formu olmalı, fakat niçin yeryüzünün sayılamayacak kadar çok katmanında gömülü olarak bulamıyoruz… Niçin her jeolojik yapı ve her tabaka böyle bağlantılarla dolu değil? Jeoloji iyi derecelendirilmiş bir süreç ortaya çıkarmamaktadır ve belki de bu benim teorime karşı ileri sürülecek en büyük itiraz olacaktır. Charles Darwin, The Origin of Species, s. 172, 280
Darwin’in bu büyük açmaz karşısında öne sürdüğü tek açıklama ise, o dönemdeki fosil kayıtlarının yetersiz olduğuydu. Fosil kayıtları detaylı olarak incelendiğinde, kayıp ara formların mutlaka bulunacağını iddia etmişti. Evrimciler Darwin’in bu kehanetine inanarak, 19. yüzyılın ortasından bu yana dünyanın dört bir yanında hummalı fosil araştırmaları yaparak bu ara geçiş formlarını aradılar. Oysa, büyük bir hırsla aranan bu ara geçiş formlarına asla rastlanamadı.
Yapılan kazılarda ve araştırmalarda elde edilen bütün bulgular, evrimcilerin beklediklerinin aksine, canlıların yeryüzünde birdenbire, eksiksiz ve kusursuz bir biçimde ortaya çıktıklarını gösterdi. Evrimciler, teorilerini kanıtlamaya çalışırlarken, onu kendi elleriyle çökertmişlerdi. Ünlü İngiliz paleontolog (fosil bilimci) Derek W. Ager, bir evrimci olmasına karşın bu gerçeği şöyle itiraf eder:
Sorunumuz şudur: Fosil kayıtlarını detaylı olarak incelediğimizde, türler ya da sınıflar seviyesinde olsun, sürekli olarak aynı gerçekle karşılarız; kademeli evrimle gelişen değil, aniden yeryüzünde oluşan gruplar görürüz. Derek A. Ager, “The Nature of the Fossil Record”, Proceedings of the British Geological Association, cilt 87, 1976, s. 133
Bir başka evrimci paleontolog Mark Czarnecki şu yorumu yapar:
Teoriyi (evrimi) ispatlamanın önündeki büyük bir engel, her zaman için fosil kayıtları olmuştur… Bu kayıtlar hiçbir zaman için Darwin’in varsaydığı ara formların izlerini ortaya koymamıştır. Türler aniden oluşurlar ve yine aniden yok olurlar. Ve bu beklenmedik durum, türlerin Tanrı tarafından yaratıldığını savunan yaratılışçı argümana destek sağlamıştır. Mark Czarnecki, “The Revival of the Creationist Crusade”, MacLean’s, 19 Ocak 1981, s. 56.
YAŞAYAN FOSİLLER
Günümüzdeki örneklerinden hiçbir farkı olmayan milyonlarca yıllık fosillerden birkaçı. Bu canlı kalıntıları, canlıların evrim sonucu değil, kusursuz bir yaratılış sonucunda ortaya çıktıklarının ve asla bir evrim geçirmediklerinin açık birer delilidir.
Milyonlarca yıllık yaban arısı fosili ile günümüzdeki yaban arılarının hiçbir farkı bulunmamaktadır.
Günümüz yusufçuğu ile 135 milyon yıllık fosili birbirinin aynısıdır.
Yanda görülmekte olan brittle star fosilinin yaşı 400 milyon yıldır ve üstte görülmekte olan günümüz brittle star ile aralarında hiçbir değişiklik yoktur.
Yukarıda hiçbir değişikliğe uğramamış bir kaplumbağa ve 50 milyon yıllık bir kaplumbağa fosili görülmektedir.
195 milyon yıllık karides fosili ile günümüz karidesleri arasında hiçbir farklılık bulunmamaktadır.
100 milyon yıllık karınca fosili ile günümüzde yaşayan bir karınca karşılaştırıldığında karıncaların da evrim geçirmedikleri açıkça görülmektedir.
Fosil kayıtlarındaki bu boşluklar, yeterince fosil bulunamadığı ve bir gün aranan fosillerin ele geçeceği gibi bir avuntuyla da açıklanamaz. Amerikalı paleontolog R. Wesson da, 1991′de yayınlanan Beyond Natural Selection adlı kitabında “fosil kayıtlarındaki boşlukların gerçek ve olgusal” olduklarını şöyle açıklamaktadır:
40 milyon yıllık çekirgenin günümüzde yaşayan çekirgelerden hiçbir farkı yoktur. Yani hiçbir değişim geçirmemiştir.
90-94 milyon yıllık gecko fosili de canlıların hiçbir evrim geçirmediklerinin delillerinden biridir
90-94 milyon yıllık kurbağa fosilinden de anlaşıldığı gibi 90 yıl önce kurbağalar nasıllarsa günümüzde de aynı şekildedirler.
Denizlerin en tehlikeli canlılarından biri olan köpekbalığı ve 400 milyon yıllık fosili bize köpekbalıklarının hiçbir evrim süreci geçirmediğini açıkça göstermektedir.
Ne var ki, fosil kayıtlarındaki boşluklar gerçektir. Herhangi bir (evrimsel) soyoluşumunu gösterecek kayıtların yokluğu, son derece olgusaldır. Türler genellikle çok uzun zaman dilimleri boyunca sabit kalırlar. Türler ve özellikle cinsler hiç bir zaman yeni bir türe ya da cinse doğru evrim göstermezler. Bunun yerine, bir tür ya da cinsin bir diğeriyle yer değiştirdiği gözlenir. Değişim ise çoğunlukla anidir. R. Wesson, Beyond Natural Selection, MIT Press, Cambridge, MA, 1991, p. 45.
Eğer gerçekten bu tür canlılar geçmişte yaşamışlarsa bunların sayılarının ve çeşitlerinin milyonlarca hatta milyarlarca olması gerekir. Ve bu ucube canlıların kalıntılarına mutlaka fosil kayıtlarında rastlanması gerekir. Çünkü bu ara geçiş formlarının sayısının bugün bildiğimiz hayvan türlerinden bile fazla olması ve dünyanın dört bir yanının fosilleşmiş ara geçiş formu kalıntılarıyla dolu olması lazımdır.
Ancak tek bir tane bile yoktur ve ucube bir teori olan evrimi savunanlar, yıllardır tek bir ara geçiş formu delili gösteremedikleri halde körü körüne teoriyi savundukları için, tüm insanlardan özür dilemelidirler.

PROTEİNLERİN TESADÜFEN OLUŞMASININ İMKANSIZ OLDUĞU GERÇEĞİNİ GİZLEDİĞİNİZ İÇİN

Proteinler, “amino asit” adı verilen daha küçük moleküllerin belli sayılarda ve çeşitlerde özel bir sırayla dizilmelerinden oluşan dev moleküllerdir. Bu moleküller canlı hücrelerinin yapıtaşlarını oluştururlar. En basitleri yaklaşık 50 amino asitten oluşan proteinlerin, binlerce amino asitten oluşan çeşitleri de vardır.
Önemli olan nokta şudur: Proteinlerin yapılarındaki tek bir amino asitin bile eksilmesi veya yerinin değişmesi ya da zincire fazladan bir amino asit eklenmesi o proteini işe yaramaz bir molekül yığını haline getirir. Bu nedenle her amino asit, tam gereken yerde, tam gereken sırada yer almalıdır. Hayatın rastlantılarla oluştuğunu öne süren evrim teorisi ise, bu düzenlilik karşısında çaresizdir. Çünkü söz konusu düzenlilik, asla rastlantıyla açıklanamayacak kadar olağanüstüdür. (Kaldı ki teori henüz amino asitlerin ‘tesadüfen oluştukları’ iddiasına bile geçerli bir kanıt ya da açıklama getirememektedir, bunu da biraz sonra inceleyeceğiz.)
Tek bir Sitokrom-C proteinin kimyasal yapısı bile (solda), asla rastlantılarla açıklanamayacak kadar karmaşıktır. Öyle ki evrimci biyolog Prof. Ali Demirsoy, tek bir Sitokrom-C diziliminin rastlantılarla oluşmasının bir maymunun daktiloya rastgele basarak insanlık tarihini hatasız yazması kadar olasılık dışı” olduğunu kabul eder.
Proteinlerin fonksiyonel yapısının hiçbir şekilde tesadüfen meydana gelemeyeceği, herkesin anlayabileceği basit olasılık hesaplarıyla dahi rahatlıkla görülebilir.
Örneğin, bileşiminde 288 amino asit bulunan ve 12 farklı amino asit türünden oluşan ortalama büyüklükteki bir protein molekülünün içerdiği amino asitler 10300 farklı biçimde dizilebilir. (Bu, 1 rakamının sağına 300 tane sıfır gelmesiyle oluşan astronomik bir sayıdır.) Ancak bu dizilimlerden yalnızca bir tanesi söz konusu proteini oluşturur. Geriye kalan tüm dizilimler hiçbir işe yaramayan, hatta kimi zaman canlılar için zararlı bile olabilecek anlamsız amino asit zincirleridir.
Dolayısıyla yukarıda örnek verdiğimiz protein moleküllerinden yalnızca bir tanesinin tesadüfen meydana gelme ihtimali “10300′de 1″ ihtimaldir. Bu ihtimalin pratikte gerçekleşmesi ise imkansızdır. (Matematikte 1050′de 1′den küçük ihtimaller “sıfır ihtimal” kabul edilirler.)
Dahası, 288 amino asitlik bir protein, canlıların yapısında bulunan binlerce amino asitlik dev proteinlerle kıyaslandığında oldukça mütevazi bir yapı sayılabilir. Aynı ihtimal hesaplarını bu dev moleküllere uyguladığımızda ise, “imkansız” kelimesinin bile yetersiz kaldığını görürüz.
Canlılığın gelişiminde bir basamak daha ilerlediğimizde, tek başına bir proteinin de hiçbir şey ifade etmediğini görürüz. Şimdiye kadar bilinen en küçük bakterilerden biri olan “Mycoplasma Hominis H 39″un bile 600 çeşit proteine sahip olduğu görülmüştür. Bu durumda, tek bir protein için yaptığımız üstteki ihtimal hesaplarını 600 çeşit protein üzerinden yapmamız gerekecektir. Sonuçta karşılaşacağımız rakamlar ise imkansız kavramının çok ötesindedir.
Şu anda bu satırları okuyan ve şimdiye kadar evrim teorisini bilimsel bir açıklama sanmış olan bazı okuyucular, belki buradaki rakamların abartıldığından, gerçekleri yansıtmadığından endişe edebilirler. Hayır; bunlar kesin ve somut gerçeklerdir. Hiçbir evrimci de bu rakamlar karşısında bir itirazda bulunamaz. Tek bir proteinin tesadüfen oluşma ihtimalinin “bir maymunun daktilo tuşlarına rastgele basarak hiç hata yapmadan insanlık tarihini yazması” kadar imkansız olduğunu onlar da kabul etmektedirler.Ama diğer açıklamayı, yani yaratılışı kabul etmektense, bu imkansızı savunmaktadırlar.
Pek çok evrimci bu gerçeği itiraf eder. Örneğin Harold Blum adlı evrimci bilim adamı, “bilinen en küçük proteinlerin bile rastlantısal olarak meydana gelmesi, tümüyle imkansız gözükmektedir” demektedir. Evrimciler, moleküler evrimin çok uzun bir zaman sürdüğünü ve bu zamanın imkansız olanı mümkün hale getirdiğini iddia ederler. Oysa ne kadar uzun bir zaman verilirse verilsin, amino asitlerin rastlantısal olarak protein oluşturmaları imkansızdır. Amerikalı jeolog William Stokes Essentials of Earth History adlı kitabında bu gerçeği kabul ederken “eğer milyarlarca yıl boyunca, milyarlarca gezegenin yüzeyi gerekli amino asitleri içeren sulu bir konsantre tabakayla dolu olsaydı bile yine (protein) oluşamazdı” diye yazar. Peki tüm bunlar ne anlama gelmektedir? Kimya profesörü Perry Reeves ise bu soruya şöyle bir cevap verir:
Bir insan, amino asitlerin rastlantısal olarak birleşiminden ne kadar fazla muhtemel yapı oluşabileceğini düşündüğünde, hayatın gerçekten de bu şekilde ortaya çıktığını düşünmenin akla aykırı geldiğini görür. Böyle bir işin gerçekleşmesinde bir Büyük İnşa Edici’nin var olduğunu kabul etmek, akla çok daha uygundur.
Bir tanesinin bile tesadüfen oluşması imkansız olan bu proteinlerden ortalama bir milyon tanesinin tesadüfen uygun bir şekilde biraraya gelip eksiksiz bir insan hücresini meydana getirmesi ise, milyarlarca kez daha imkansızdır. Kaldı ki bir hücre hiçbir zaman için bir protein yığınından ibaret değildir. Hücrenin içinde, proteinlerin yanısıra nükleik asitler, karbonhidratlar, lipitler, vitaminler, elektrolitler gibi başka birçok kimyasal madde, gerek yapı gerekse işlev bakımından belli bir oran, uyum ve tasarım çerçevesinde yer alırlar. Herbiri de birçok farklı organelin içinde yapıtaşı veya yardımcı molekül olarak görev yaparlar.
New York Üniversitesi kimya profesörü ve DNA uzmanı Robert Shapiro, sadece basit bir bakteride bulunan 2000 çeşit proteinin rastlantısal olarak meydana gelme ihtimalini hesaplamıştır. (İnsan hücresinde ise yaklaşık 200.000 çeşit protein vardır.) Elde edilen rakam, 1040.000′de 1 ihtimaldir. (Bu sayı, 1 rakamının yanına 40 bin tane sıfır gelmesiyle oluşan akıl almaz bir sayıdır.) Cardiff Üniversitesi’nden, Uygulamalı Matematik ve Astronomi Profesörü Chandra Wickramasinghe bu rakam karşısında şu yorumu yapar:
Bu rakam (1040.000) Darwin’i ve tüm evrim teorisini gömmeye yeterlidir. Bu gezegenin ya da bir başkasının üzerinde hiçbir zaman (hayatın doğabileceği) bir ilkel çorba olmamıştır ve yaşamın başlangıcı rastlantısal olarak gerçekleşemeyeceğine göre, amaçlı bir aklın ürünü olmalıdır.
Sir Fred Hoyle ise, tüm bu rakamlar karşısında şu yorumu yapar:
Aslında, yaşamın akıl sahibi bir varlık tarafından meydana getirildiği o kadar açıktır ki, insan bu açık gerçeğin neden yaygın olarak kabul edilmediğini merak etmektedir. Bunun (kabul edilmemesinin) nedeni, bilimsel değil, psikolojiktir.
Hoyle’un “psikolojik” dediği neden, evrimcilerin hayatın yaratılmış olduğunu kabullenmemek için kendilerine yaptıkları şartlandırmadır. Bu kişiler, Allah’ın varlığını kabul etmemeyi kendilerine temel amaç olarak belirlemişlerdir. Sırf bu amaç yüzünden, imkansız olduğunu kendilerinin de gördüğü akıl almaz senaryoları savunmaya devam ederler.
Sol-Elli Proteinler
Protein oluşumuyla ilgili evrimci senaryonun neden imkansız olduğunu biraz daha detaylı olarak inceleyelim.
Canlılarda bulunan bir protein molekülünün meydana gelmesi için yalnızca uygun amino asitlerin uygun sırada dizilmeleri yeterli değildir. Bunun yanısıra, proteinlerin yapısında bulunan 20 çeşit amino asitten herbirinin de yalnızca “sol-elli” olması gereklidir. Kimyasal olarak aynı amino asitin hem sağ-elli hem de sol-elli olmak üzere iki farklı türü vardır. Bunların aralarındaki fark, üç boyutlu yapılarının birbiriyle zıt yönlü olmasından kaynaklanır; aynen insanın, sağ ve sol elleri arasındaki farklılık gibi.
Her iki gruptan amino asitler de birbirleriyle rahatlıkla bağlanabilir. Ancak yapılan incelemelerde şaşırtıcı bir gerçek ortaya çıkmıştır: En basit organizmadan en mükemmeline kadar bütün canlılardaki proteinler, sadece sol-elli amino asitlerden oluşmaktadır. Proteinin yapısına katılacak tek bir sağ-elli amino asit bile o proteini işe yaramaz hale getirmektedir. Hatta bazı deneylerde bakterilere sağ-elli amino asitlerden verilmiş, ancak bakteriler bu amino asitleri derhal parçalamışlar, bazı durumlarda ise bu parçalardan yeniden kendi kullanabilecekleri sol-elli amino asitleri inşa etmişlerdir.
Bir an için evrimcilerin dediği gibi canlılığın tesadüflerle oluştuğunu varsayalım. Bu durumda, yine tesadüflerle oluşmuş olması gereken amino asitlerden doğada sağ ve sol-elli olmak üzere eşit miktarlarda bulunacaktı. Dolayısıyla, tüm canlıların bünyelerinde sağ ve sol elli amino asitlerden karışık miktarlarda bulunması gerekirdi. Çünkü, kimyasal olarak her iki gruptan amino asitlerin de, birbirleriyle rahatlıkla birleşmesi mümkündür. Oysa bütün canlı organizmalardaki proteinler yalnızca sol-elli amino asitlerden oluşmaktadır.

Doğada aynı amino asitin hem sağ-elli hem de sol-elli olmak üzere iki farklı türü vardır. Bunların aralarındaki fark, üç boyutlu yapılarının, aynı insanın sağ ve sol ellerindeki farklılık gibi, birbiriyle zıt yönlü olmasından kaynaklanır.
Proteinlerin nasıl olup da bunların içinden yalnızca sol-ellilerini ayıkladıkları ve nasıl aralarına hiçbir sağ-elli amino asitin karışmadığı evrimcilerin hiçbir açıklama getiremedikleri konulardan birisi olarak kalmıştır. Evrimciler, böyle özel ve bilinçli bir seçiciliği hiçbir şekilde açıklayamamaktadırlar.
Dahası, açıkça görüldüğü gibi proteinlerin bu özelliği, evrimcilerin “tesadüf” açmazını daha da içinden çıkılmaz hale getirir: “Anlamlı” bir proteinin meydana gelmesi için, az önce de anlattığımız gibi yalnızca bunu oluşturan amino asitlerin belli bir sayıda, kusursuz bir dizilimde ve özel bir üç boyutlu tasarıma uygun olarak birleşmeleri artık yeterli olmayacaktır. Bütün bunların yanında, bu amino asitlerin hepsinin sol-elli olanlar arasından seçilmiş olması ve içlerinde bir tane bile sağ-elli amino asit bulunmaması da zorunludur. Çünkü amino asit dizisine eklenen hatalı bir sağ-elli amino asitin yanlış olduğunu tespit ederek onu zincirden çıkaracak herhangi bir doğal ayıklama mekanizması da mevcut değildir. Bu yüzden tek bir sağ-elli amino asitin bile sol-elli amino asitlerin arasına karışmaması gerekir. Bu da, rastlantı kavramını bir kez daha devre dışı bırakan bir durumdur.
Bu durum evrimin gözü kapalı bir savunucusu olan Britannica Bilim Ansiklopedisi’nde şöyle ifade edilir:
… Yeryüzündeki tüm canlı organizmalardaki amino asitlerin tümü, proteinler gibi karmaşık polimerlerin yapı blokları, aynı asimetri tipindedir. Adeta tamamen sol-ellidirler. Bu, bir bakıma, milyonlarca kez havaya atılan bir paranın hep tura gelmesine, hiç yazı gelmemesine benzer. Moleküllerin nasıl sol-el ya da sağ-el olduğu tamamen kavranılamaz. Bu seçim anlaşılmaz bir biçimde, yeryüzü üzerindeki yaşamın kaynağına bağlıdır.
Bir para milyonlarca kez havaya atıldığında hep tura geliyorsa, bunu tesadüfle açıklamak mı, yoksa, birinin bilinçli bir şekilde havaya atılan paraya müdahale ettiğini kabul etmek mi daha mantıklıdır? Cevap ortadadır. Ancak evrimciler, bu açık gerçeğe rağmen, sırf “bilinçli bir müdahale”nin varlığını kabul etmek istemedikleri için, tesadüfe sığınmaktadırlar.
Amino asitlerdeki sol-ellilik olayına benzer bir durum, nükleotidler yani DNA ve RNA’nın yapıtaşları için de geçerlidir. Bunlar da, canlı organizmalarda bulunan bütün amino asitlerin tersine, yalnızca sağ-elli olanlarından seçilmişlerdir. Bu da tesadüfle açıklanamayacak bir durumdur.
Sonuç olarak yaşamın kaynağının tesadüflerle açıklanmasının mümkün olmadığı, baştan beri incelediğimiz olasılıklarla kesin olarak ispatlanmaktadır: 400 amino asitten oluşan ortalama büyüklükteki bir proteinin, sadece sol-elli amino asitlerden seçilme ihtimalini hesaplamaya kalksak 2400′de, yani 10120′de 1′lik bir ihtimal elde ederiz. Bu astronomik rakam hakkında bir fikir vermek için, evrendeki elektronların toplam sayısının bu sayıdan çok daha küçük olduğunu, yaklaşık 1079 olarak hesaplandığını da belirtelim. Bu amino asitlerin gereken dizilimi ve işlevsel biçimi oluşturma ihtimalleri ise, çok daha büyük rakamları doğurur. Bu ihtimalleri de ekler ve olayı birden fazla sayıda ve çeşitte proteinin oluşmasına uzatmaya kalkarsak, hesaplar tamamen içinden çıkılamaz hale gelir.
Uygun Bağlantı Şart
Tüm bu saydıklarımıza rağmen, evrimin çıkmazları bitmiş değildir. Bir proteinin meydana gelebilmesi için gerekli olan amino asit çeşitlerinin, uygun sayı ve sıralamada ve gereken üç boyutlu yapıda dizilmeleri de yetmez. Bunun için aynı zamanda, birden fazla kola sahip amino asit moleküllerinin yalnızca belirli kollarıyla birbirlerine bağlanmaları gerekmektedir. Bu şekilde yapılan bir bağa, “peptid bağı” adı verilir. Amino asitler farklı bağlarla birbirlerine bağlanabilirler; ancak proteinler, yalnızca ve yalnızca “peptid” bağlarıyla bağlanmış amino asitlerden meydana gelirler.
Bunu bir benzetmeyle gözünüzde canlandırabilirsiniz: Örneğin bir arabanın bütün parçalarının eksiksiz ve yerli yerinde olduğunu düşünün. Fakat tekerleklerden birisi, oturması gereken yere, vidalarla değil de, bir tel parçasıyla ve dairesel yüzü yere bakacak bir biçimde tutturulsun. Böyle bir arabanın motoru ne kadar güçlü olursa olsun, teknolojisi ne kadar ileri olursa olsun bir metre bile gitmesi imkansızdır. Görünüşte herşey yerli yerindedir, ancak tekerleklerden birisinin, yerine olması gerekenden farklı bir biçimde bağlanması, bütün arabayı kullanılmaz hale getirir. İşte aynı şekilde, bir protein molekülündeki tek bir amino asitin bile diğerine peptid bağından başka bir bağla bağlanmış olması bu molekülü işe yaramaz hale getirecektir.
Yapılan araştırmalar amino asitlerin kendi aralarındaki rastgele birleşmelerinin en fazla % 50′sinin peptid bağı ile olduğunu, geri kalanının ise proteinlerde bulunmayan farklı bağlarla bağlandıklarını ortaya koymuştur. Dolayısıyla bir proteinin tesadüfen oluşabilmesi ihtimalini hesaplarken, (sol-ellilik zorunluluğunun yanısıra) her amino asitin kendinden önceki ve sonraki ile yalnızca ve yalnızca peptid bağı ile bağlanmış olması zorunluluğunu da hesaba katmak gerekmektedir.
Bu ihtimal de, proteindeki her amino asitin sol-elli olması ihtimali ile hemen hemen aynıdır.Yani, yine 400 amino asitlik bir proteini ele alacak olursak, bütün amino asitlerin kendi aralarında yalnızca peptid bağıyla birleşmeleri ihtimali 2399′da 1 ihtimaldir.
Sıfır İhtimal
Alttaki tabloda görüldüğü gibi 500 amino asitlik bir protein molekülünün meydana gelme ihtimali, 1′in yanına 950 sıfırın gelmesiyle oluşan ve aklın kavrama sınırlarının çok ötesindeki astronomik bir sayıda, “1″ ihtimaldir. Bu yalnızca kağıt üstündeki bir ihtimaldir. Pratikte ise, böyle bir ihtimalin gerçekleşme şansı “0″dır. Matematikte, “1050′de 1″ veya daha küçük bir ihtimal, istatistiksel olarak gerçekleşme ihtimali “0″ olan bir ihtimal olarak tanımlanır.
500 amino asitlik bir protein molekülünün tesadüfen oluşma imkansızlığı bu boyutlara varırken, isterseniz zihninizi imkansızlığın daha ileri boyutlarıyla biraz daha zorlayalım: Hayati bir protein olan “hemoglobin” molekülünde yukarıdaki örnek proteinden daha fazla, 574 tane amino asit bulunur. Şimdi bir de şunu düşünün: Vücudunuzdaki milyarlarca kırmızı kan hücresinden yalnızca bir tanesinde, tam “280.000.000″ (280 milyon) hemoglobin bulunur.
10950 =
100.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.
000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.
000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.
000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.
000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.
000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.
000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.
000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.
000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.
000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.
000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.
000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.
000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.
000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.
000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.
000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.
000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000000.
500 amino asitli ortalama bir protein molekülünün uygun çeşit ve sıralamada dizilmeleri ihtimalinin yanısıra, içerdiği amino asitlerin hepsinin yalnızca sol-elli olması ve bu amino asitlerin her birinin de yalnızca peptid bağı kurması ihtimali 10950′de “1″ ihtimaldir. 1′in yanına 950 sıfırın gelmesiyle oluşan bu sayıyı yukarıdaki gibi de yazabiliriz.
Oysa bırakın bir kırmızı kan hücresini, onun tek bir proteininin dahi deneme-yanılma yöntemiyle meydana gelebilmesi için dünyanın ömrü yetmemektedir. Tek bir protein molekülü oluşturabilmek için amino asitlerin, dünya kurulduğundan beri art arda, hiç vakit kaybetmeden deneme-yanılma yoluyla birleşip ayrıldıklarını farzetsek bile, yine de 10950′de bir ihtimali yakalamaları için gereken süre dünyanın bugüne kadarki ömründen fazladır.
Bütün bunlardan ortaya çıkan sonuç, evrimin daha tek bir proteinin oluşumunu açıklama aşamasında korkunç bir imkansızlığa gömüldüğüdür. Dolayısıyla doğal ortamda bir proteinin oluşması, “ihtimal” olarak bir yana, teknik olarak imkansızdır. Aslında bu konuda ihtimallerden bahsetmek bile son derece bilim dışı bir üsluptur. Bir bilim adamının ise savunduğu teoriye ters düşmemek adına bilimi dışlayarak, ihtimallerden bahsetmesi çok acil özrü gerektirir!..

İNSANIN HAYALİ EVRİMİNE DELİL OLARAK GÖSTERDİĞİNİZ KAFATASLARI SAHTE OLDUĞU İÇİN

Tarihte yarı maymun-yarı insan canlıların yaşadığı fikrini topluma kabul ettirmeye çalışan propaganda yöntemi, evrimcilerin fosilleri kullanarak yaptıkları “rekonstrüksiyon”lardır.
Rekonstrüksiyon “yeniden inşa” demektir ve sadece bir kemik parçası bulunmuş olan canlının resminin ya da maketinin yapılmasıdır. Gazetelerde, dergilerde, filmlerde gördüğünüz “maymun adam”ların her biri birer rekonstrüksiyondur.
Ancak insanın kökeni ile ilgili fosil kayıtları çoğu zaman dağınık ve eksik oldukları için, bunlara dayanarak herhangi bir tahminde bulunmak, bütünüyle hayal gücüne dayalı bir iştir. Bu yüzden evrimciler tarafından fosil kalıntılarına dayanılarak yapılan rekonstrüksiyonlar, tamamen evrim ideolojisinin gereklerine uygun olarak tasarlanırlar. Harvard Üniversitesi antropologlarından David Pilbeam, “benim uğraştığım paleoantropoloji alanında daha önce edinilmiş izlenimlerden oluşmuş teori, daima gerçek verilere baskın çıkar” derken bu gerçeği vurgular. İnsanlar görsel yoldan daha kolay etkilendikleri için amaç onları, hayal gücüyle rekonstrüksiyonu yapılmış yaratıkların geçmişte gerçekten yaşadığına inandırabilmektir.
HAYALİ ÇİZİMLER


Evrimciler, rekonstrüksiyonlarda burun ve dudakların yapısı, saçların şekli, kaş biçimi ve kıllar gibi fosil izi bırakmayan özellikleri kasıtlı olarak evrimi destekleyici nitelikte şekillendirirler. Ortaya çıkardıkları hayali varlıkları, aileleriyle yürürken, avlanırken veya günlük hayatın başka bir kesitinde gösteren ayrıntılı resimler hazırlarlar. Oysa bu çizimler tamamen birer hayal ürünüdür ve hiçbir fosil karşılıkları yoktur.
Burada bir noktaya dikkat etmek gerekir: Kemik kalıntılarına dayanılarak yapılan çalışmalarda sadece eldeki objenin çok genel özellikleri ortaya çıkarılabilir. Oysa asıl belirleyici ayrıntılar, zaman içinde kolayca yok olan yumuşak dokulardır. Evrime inanmış bir kimsenin bu yumuşak dokuları istediği gibi şekillendirip ortaya hayali bir yaratık çıkarması çok kolaydır. Harvard Üniversitesi’nden Earnst A. Hooten bu durumu şöyle açıklar:
Yumuşak kısımların tekrar inşası çok riskli bir girişimdir. Dudaklar, gözler, kulaklar ve burun gibi organların altlarındaki kemikle hiçbir bağlantıları yoktur. Örneğin bir Neandertal kafatasını aynı yorumla bir maymuna veya bir filozofa benzetebilirsiniz. Eski insanların kalıntılarına dayanarak yapılan canlandırmalar hemen hiçbir bilimsel değere sahip değillerdir ve toplumu yönlendirmek amacıyla kullanılırlar… Bu sebeple rekonstrüksiyonlara fazla güvenilmemelidir.
AYNI KAFATASINDAN YOLA ÇIKILARAK YAPILAN
ÜÇ AYRI ÇİZİM
Java adamının birbirinden tamamen farklı olan bu iki çizimi, fosillerin evrimciler tarafından nasıl hayali biçimde yorumlandığının iyi bir örneği…
Evrimciler bu konuda o denli ileri gitmektedirler ki, aynı kafatasına birbirinden çok farklı yüzler yakıştırabilmektedirler. Australopithecus robustus (Zinjanthropus) adlı fosil için çizilen birbirinden tamamen farklı üç ayrı rekonstrüksiyon (üstte), bunun ünlü bir örneğidir.
Java adamının birbirinden tamamen farklı olan bu iki çizimi, fosillerin evrimciler tarafından nasıl hayali biçimde yorumlandığının iyi bir örneği…
Sağda: Maurice Wilson çizimi. (From Ape to Adam The Search For The Ancestry Of Man, Herbert Wendt)
Solda: Steven M. Stanley’nin çizimi. (Human Origins)
Fosillerin taraflı yorumlanması ya da hayali rekonstrüksiyonlar yapılması, evrimcilerin aldatmacaya ne denli yoğun biçimde başvurduklarını gösteren deliller arasında sayılabilirler. Ancak bunlar, evrim teorisinin tarihinde rastlanan bazı somut sahtekarlıklarla karşılaştırıldıklarında, yine de çok sıradan kalmaktadırlar.
Homo Habilis: İnsan Yapılmak İstenen Maymun
Australopithecuslar’ın iskelet ve kafatası yapılarının şempanzelerden neredeyse farksız oluşu ve canlıların dik yürüdükleri iddiasının da sağlam kanıtlarla çürütülmesi, evrimci paleoantropologları oldukça zor durumda bırakmıştır. Çünkü hayali evrim şemasında Australopithecuslar’dan sonra Homo erectus gelir. Homo erectus, isminin başındaki “Homo” yani “insan” teriminden de anlaşıldığı gibi bir insan grubudur ve iskeleti de tamamen diktir. Kafatası hacmi Australopithecuslar’ın iki katı kadardır. Şempanze benzeri bir maymun türü Australopithecuslar’dan, modern insandan farksız bir iskelete sahip olan Homo erectus’a geçmek ise, evrimci teoriye göre bile mümkün değildir. Dolayısıyla “bağlantı”lar, yani “ara form”lar gerekir. İşte Homo habilis kavramı, bu zorunluluktan doğmuştur.
Homo habilis sınıflandırması 1960′lı yıllarda ailece “fosil avcısı” olan Leakey’ler tarafından ortaya atıldı. Leakey’lere göre, Homo habilis olarak sınıflandırdıkları bu yeni tür canlı, dik yürüme yeteneğine, göreceli olarak büyük bir beyin hacmine, taştan ve tahtadan alet kullanma yeteneğine sahipti. Bu sebeple insanın atası olabilirdi.
AUSTRALOPITHECUS – ŞEMPANZE BENZERLİĞİ
AUSTRALOPITHECUS
MODERN ŞEMPANZE
AL 288-1 veya “Lucy”: Etiyopya, Hadar’da bulunan ve Australopithecusaferensis türüne ait olduğu düşünülen ilk fosildir. Evrimciler uzun süre Lucy’nun dik yürüdüğünü ispatlamak için büyük çaba harcadılar; ancak son araştırmalar bu canlının eğik yürüyen sıradan bir şempanze olduğunu kesin olarak ortaya koydu
Üstte görülen Australopithecus aferensis AL 333-105 fosili bu türün genç bir üyesine ait. Bu nedenle kafatasındaki çıkıntı henüz gelişmemiş.
Oysa 80′li yılların ortalarından sonra bulunan aynı türe ait yeni fosiller, bu görüşü tamamen değiştirecekti. Yeni bulunan fosillere dayanan Bernard Wood ve Loring Brace gibi araştırmacılar, bunların, “alet kullanabilen insan” anlamına gelen Homo habilis yerine, “alet kullanabilen Güney Afrika maymunu” anlamına gelen Australopithecus habilis olarak sınıflandırılması gerektiğini söylediler. Çünkü Homo habilis, Australopithecus ismi verilen maymunlarla birçok ortak özellikler taşıyordu. Aynı Australopithecus gibi uzun kollu, kısa bacaklı ve maymunsu bir iskelet yapısına sahipti. El ve ayak parmakları tırmanmaya uyumluydu. Çene yapıları tamamen günümüz maymunlarınınkine benziyordu. 550 cc.’lik beyin hacimleri de bunların birer maymun olduklarının en iyi göstergesiydi. Kısacası bazı evrimciler tarafından ayrı bir tür olarak gösterilen Homo habilis, gerçekte tüm diğer Australopithecuslar gibi bir maymun türüydü.
İlerleyen yıllarda yapılan araştırmalar, Homo habilis’in gerçekten de Australopithecus’tan farklı bir canlı olmadığını ortaya koydu. 1984 yılında Tim White tarafından bulunan OH 62 iskelet ve kafatası fosili, bu türün günümüz maymunlarınınki gibi küçük beyin hacmine, dallara tırmanmaya yarayan uzun kollara ve kısa bacaklara sahip olduğunu gösterdi.
Amerikalı antropolog Holly Smith’in 1994 yılında yaptığı detaylı analizler de yine Homo habilis’in aslında “Homo” yani insan değil, maymun olduğunu gösterdi. Smith, Australopithecus, Homo habilis, Homo erectus ve Homo neandertalensis türlerinin dişleri üzerinde yaptığı analizler hakkında şöyle diyordu:
Dişlerin gelişimi ve yapısı kriterine dayanarak yaptığımız analizler, Australopithecines ve Homo habilis türlerinin Afrika maymunlarıyla aynı kategoride olduklarını, ancak Homo erectus ve Neandertal türlerinin modern insanlarla aynı yapıya sahip olduğunu göstermektedir.
HOMO HABILIS: DİĞER BİR MAYMUN
Evrimciler uzun bir süre Homo habilis olarak isimlendirdikleri canlıların dik yürüyebildiklerini savundular. Böylece maymundan insana geçişi gösteren bir halka bulduklarını düşünüyorlardı. Ancak Tim White’ın 1986 yılında bulduğu ve OH 62 ismini verdiği yeni Homo habilis fosili bu iddialarını çürüttü. Bu fosil parçaları Homo habilis’ingünümüz maymunlarında olduğu gibi uzun kollara ve kısa bacaklara sahip olduğunu gösteriyordu. Bu fosil Homo habilis’in iki ayağı üzerinde dik yürüyebilen bir canlı olduğu iddiasının sonunu getirdi.Homo habilis bir maymun türünden başka birşey değildi.
Homo habilis türünün çene özelliklerini en iyi şekilde tanımlayan fosil ise, soldaki “OH 7 Homo habilis” olmuştur. Bu çene fosilinin büyük kesici dişleri vardır. Azı dişleri küçüktür. Çenenin şekli ise dörtgen şeklindedir. Bütün bu özellikleri ile bu çene günümüz maymunlarınınkine çok benzer. Bir başka deyişle, Homo habilis’in çenesi de bu canlının bir maymun olduğunu ortaya koymaktadır.
Homo Rudolfensis: Yanlış Yapıştırılan Yüz
Homo rudolfensis terimi, 1972 yılında bulunan birkaç fosil parçasına verilen isimdir. Söz konusu fosil parçaları Kenya’daki Rudolf nehri civarında bulunduğu için, bu fosilin temsil ettiği varsayılan türe de Homo rudolfensis adı verilmiştir. Çoğu paleoantropolog ise bu fosillerin aslında ayrı bir türe ait olmadığını, Homo rudolfensis denen canlının da aslında bir Homo habilis, yani bir maymun türü olduğunu kabul etmektedir.
Fosilleri bulan Richard Leakey, 2.8 milyon yıl yaş biçtiği ve “KNM-ER 1470″ olarak adlandırdığı kafatasını antropoloji tarihinin en büyük buluşu gibi tanıtmış ve büyük yankı uyandırmıştı.
Australopithecus gibi küçük bir kafatası hacmi olan, ancak insansı bir yüze sahip bulunan canlı, Leakey’e göre, Australopithecus ile insan arasındaki kayıp halkaydı. Ancak bir süre sonra anlaşılacaktı ki, KNM-ER 1470 kafatasının bilimsel dergilere kapak olan “insansı” yüzü, gerçekte kafatası parçalarını birleştirirken yapılan -belki de kasıtlı- hataların sonucuydu. İnsan yüzü anatomisi üzerinde çalışmalar yapan Prof. Tim Bromage, 1992 yılında bilgisayar simülasyonları yardımıyla ortaya çıkardığı bu gerçeği şöyle özetler:
KNM-ER 1470′in rekonstrüksiyonu yapılırken, yüz, aynı modern insanlarda olduğu gibi, kafatasına neredeyse tam paralel bir biçimde inşa edilmişti. Oysa yaptığımız incelemeler, yüzün kafatasına daha eğimli bir biçimde inşa edilmiş olmasını gerektirmektedir. Bu ise aynı Australopithecus’da gördüğümüz maymunsu yüz özelliğini meydana getirir.
Bu konuda evrimci paleoantropolog J. E. Cronin de şöyle der:
Kaba olarak biçimlendirilmiş yüz, düşük kafatası genişliği ve büyük azı dişler gibi ilkel özellikler, KNM-ER 1470′in Australopithecus ile paylaştığı ilkel özelliklerdir… KNM-ER 1470, diğer erken Homo örnekleri gibi, öteki ince yapılı Australopithecuslar’la birçok yapısal ortak özellik taşır. Bu özellikler, diğer sonraki geç Homo örneklerinde (yani Homo erectus’ta) bulunmaz.
Michigan Üniversitesi’nden C. Loring Brace ise çene ve diş yapısı üzerinde yaptığı analizlerde 1470 kafatası hakkında yine aynı sonuca varmıştır: “Çenenin büyüklüğü ve azı dişlerinin kapladığı yerin genişliği, ER 1470′in tam anlamıyla bir Australopithecus yüz ve dişlerine sahip olduğunu göstermektedir.”5 KNM-ER 1470 üzerinde en az Leakey kadar incelemede bulunmuş olan John Hopkins Üniversitesi paleoantropoloğu Prof. Alan Walker da, bu canlının Homo habilis ya da Homo rudolfensis gibi bir “Homo” yani insan türüne dahil edilmemesi, aksine Australopithecus sınıfına sokulması gerektiğini savunmaktadır.
Kısacası, Australopithecuslar ile Homo erectus arasında bir geçiş formu gibi gösterilmeye çalışılan Homo habilis ya da Homo rudolfensis gibi sınıflamalar tamamen hayalidir. Bu canlılar bugün çoğu araştırmacının kabul ettiği gibi, Australopithecus serisinin birer üyesidirler. Bütün anatomik özellikleri, bu canlıların birer maymun türü olduklarını göstermektedir.
Bu gerçek, Bernard Wood ve Mark Collard adlı iki evrimci antropoloğun 1999 yılında Science dergisinde yayınlanan incelemeleriyle daha da belirgin hale gelmiştir. Tarihte “ilkel insan ataları” yoktur. Bu şekilde gösterilen canlılar, gerçekte Australopithecus kategorisine dahil edilmeleri gereken maymunlardır. Fosil kayıtları, bu soyu tükenmiş maymunlar ile, fosil kayıtlarında aniden ortaya çıkan Homo yani insan türü arasında hiç bir evrimsel ilişki olmadığını göstermektedir.
Homo Erectus ve Sonrası: Gerçek İnsanlar
Evrimcilerin hayali şemasına göre Homo türünün kendi içindeki evrimi şöyledir: Önce Homo erectus, sonra Homo sapiens archaic ve Neandertal insanı, sonra da Cro-magnon Adamı ve günümüz insanı… Oysa bu sınıflamaların hepsi, gerçekte sadece özgün insan ırklarıdır.
Aralarındaki fark, bir eskimo ile bir zenci ya da bir pigme ile Avrupalı arasındaki farktan daha büyük değildir. Öncelikle evrimcilerin en ilkel tür saydıkları Homo erectus’u inceleyelim. “Erect” terimi “dik” demektir. Homo erectus ise “dik yürüyen insan” anlamına gelir. Evrimciler bu insanları, “erect” sıfatı ile öncekilerden ayırmak zorunda kalmışlardır. Çünkü eldeki tüm Homo erectus fosilleri, Australopithecus ya da Homo habilis örneğinde görülmediği kadar diktir. Modern insanın iskeleti ile Homo erectus iskeleti arasında hiçbir fark yoktur.
Evrimcilerin Homo erectus’u “ilkel” saymaktaki en önemli dayanakları ise, kafatası hacminin (900-1100 cc.) modern insanın ortalamasından küçüklüğü ve kalın kaş çıkıntılarıdır. Oysa bugün de dünyada Homo erectus’la aynı kafatası ortalamasında pek çok insan yaşamaktadır (örneğin pigmeler) ve bugün de çeşitli ırklarda kaş çıkıntıları vardır (örneğin Avusturalya yerlileri Aborijinler’de).
Kafatası hacmi farklılığının zeka ve beceri yönünden hiçbir fark oluşturmadığı ise bilinen bir gerçektir. Zeka, beynin hacmine göre değil, beynin kendi içindeki organizasyonuna göre değişir.
Homo erectus’u dünyaya tanıtan fosiller, her ikisi de Asya’da bulunan Pekin Adamı ve Java Adamı fosilleriydi. Ancak zamanla bu iki kalıntının da güvenilir olmadıkları anlaşıldı. Pekin Adamı, sadece alçıdan yapılmış ve aslı kaybolmuş modellerden ibaretti, Java Adamı ise bir kafatası parçası ile, ondan metrelerce uzakta bulunmuş bir leğen kemiğinden oluşuyordu ve bunların aynı canlıya ait olduğuna dair hiçbir gösterge yoktu. Bu nedenle Afrika’da bulunan Homo erectus fosilleri giderek daha fazla önem kazandı. (Bu arada, Homo erectus olarak tanımlanan fosillerin bir kısmının, bazı evrimciler tarafından “Homo ergaster” adlı ikinci bir sınıflamaya dahil edildiğini de belirtmek gerekir. Bu konuda aralarında anlaşmazlık vardır. Biz söz konusu fosillerin hepsini Homo erectus sınıflaması içinde ele alacağız.)
Afrika’da bulunan Homo erectus örneklerinin en ünlüsü, Kenya’daki Turkana Gölü yakınlarında bulunan “Narikotome homo erectus” ya da “Turkana Çocuğu” fosilidir. Bu fosilin sahibinin 12 yaşında bir çocuk olduğu ve büyüdüğü zaman yaklaşık 1.83 boyunda olacağı saptanmıştır.
Fosilin dik iskelet yapısı günümüz insanından farksızdır. Amerikalı paleoantropolog Alan Walker, “ortalama bir patolojistin bu fosilin iskeletiyle, bir modern insan iskeletini birbirinden ayırmasının çok güç olduğunu” söyler.Walker kafatası için de, “bir Neandertal kafatasına aşırı derecede benzediğini” söylemektedir.Neandertaller biraz sonra inceleyeceğimiz gibi günümüz insanın bir ırkıdırlar. Dolayısıyla Homo erectus da yine günümüz insanın bir ırkıdır. Nitekim evrimci Richard Leakey bile Homo erectus’un günümüz insanı ile olan farklılığının ırksal farklılıktan öte bir anlam taşımadığını şöyle ifade eder:
700 BİN YILLIK GEMİ MÜHENDİSLERİ
“”ANTİKDENİZCİLER”:
İlk insanlar sandığımızdan çok daha akıllıydı…” New Scientist dergisinde yayınlanan 14 Mart 1998 tarihli bu habere göre, evrimcilerin Homo erectus adını verdikleri insanlar 700 bin yıl önce gemicilik yapıyorlardı. Gemi yapacak bilgi ve teknolojiye ve deniz ulaşımını gerektiren bir kültüre sahip olan bu insanların “ilkel” sayılması elbette imkansızdır.”
Herhangi bir kişi farklılıkları farkedebilir: Kafatasının biçimi, yüzün açısı, kaş çıkıntısının kabalığı vs. Ancak bu farklılıklar bugün değişik coğrafyalarda yaşamakta olan insan ırklarının birbirleri arasındaki farklılıklardan daha fazla değildir. Böyle bir varyasyon, topluluklar birbirlerinden uzun zaman aralıklarında ayrı tutuldukları zaman ortaya çıkar.
HOMO ERECTUS: GERÇEK İNSAN

Homo erectus, “ayakta dik olarak durabilen” insan anlamına gelir. Bu türe dahil edilen fosillerin tümü, özgün insan ırklarına aittir. Homo erectus fosillerinin çoğunun ortak bir karakteristiği olmadığı için, kafataslarına dayanılarak bu insanların tanımlanması oldukça zordur. Bu sebeple değişik evrim araştırmacıları farklı sınıflandırmalar ve adlandırmalar yapmışlardır.
Üstte solda 1975′te Afrika Koobi Fora’da bulunan ve Homo erectus’u genel olarak tanımlayabilecek bir kafatası görülüyor. Sağda ise söz konusu belirsizliklere sahip bir kafatası, Homo ergaster KNM-ER 3733.
Tüm bu farklı Homo erectus fosillerinin kafatası hacimleri 900 ile 1100 cc. arasında değişir. Bu değerler, günümüz insanının beyin hacminin sınırları içindedir.
Yandaki KNM-WT 15000 ya da bir başka adıyla Turkana Çocuğu iskeleti, bugüne kadar bulunmuş belki de en eski ve en eksiksiz insan kalıntısıdır. 1.6 milyon yıl yaşında olduğu söylenen fosil üzerinde yapılan araştırmalar, bunun 12 yaşında bir bireye ait olduğunu ve bu kişinin boyunun yetişkinliğe ulaşınca 1.80 cm civarında olacağını göstermiştir. Neandertal ırkı insanına büyük benzerlik gösteren bu fosil, insanın evirim hikayesini yalanlayan en çarpıcı delillerden biridir.
Evrimci Donald Johanson bu fosili şöyle tarif eder:”Uzun ve zayıftı. Vücut şekli ve uzuvlarının oranları bugünkü Ekvator Afrikalılarınkiyle aynıydı. Uzuvlarının ölçüleri, bugün yetişkin beyaz Kuzey Amerikalılarla tamamen uyuşuyordu.”
“Homo erectus yok” demek, “Homo erectus, Homo sapiens’ten farklı bir tür değil, Homo sapiens içindeki bir ırk” anlamına gelmektedir. Bir insan ırkı olan Homo erectus ile “insanın evrimi” senaryosunda kendisinden önce gelen maymunlar (Australopithecus, Homo habilis, Homo rudolfensis) arasında ise büyük bir uçurum vardır. Yani fosil kayıtlarında beliren ilk insanlar, evrim süreci olmadan, aynı anda ve aniden ortaya çıkmışlardır. Bu onların yaratılmış olduklarının çok açık bir göstergesidir.
Ancak bu gerçeği kabul etmek, evrimcilerin dogmatik felsefelerine ve ideolojilerine aykırıdır. Bu nedenle, özgün bir insan ırkı olan Homo erectus’u yarı-maymun bir canlı gibi göstermeye çalışırlar. Yaptıkları Homo erectus rekonstrüksiyonlarında, ısrarla maymunsu hatlar çizerler. Öte yandan da Australopithecus ya da Homo habilis gibi maymunları yine aynı yöntemle “insansı”laştırırlar. Bu yöntemle maymunları ve insanları birbirlerine “yaklaştırıp” bu iki apayrı canlı grubunun arasındaki uçurumu küçültmeye çalışmaktadırlar.
Neandertaller: İri Yapılı Bir İnsan Irkı

SAHTE MASKELER: Evrimciler günümüz insanından hiçbir önemli farkları olmayan Neandertaller’e sahte çizimlerle kasıtlı olarak maymunsu bir görünüm verirler.
Neandertaller bundan 100 bin yıl önce Avrupa’da aniden ortaya çıkmış ve yaklaşık 35 bin yıl önce de yine hızlı ve sessiz bir biçimde yok olmuş -ya da diğer ırklarla karışarak asimile olmuş- insanlardır. Günümüz insanından tek farkları, iskeletlerinin biraz daha güçlü ve kafatası ortalamalarının biraz daha yüksek olmasıdır.
Neandertaller bir insan ırkıdır ve bugün artık bu gerçek hemen herkes tarafından kabul edilmektedir. Evrimciler bu insanları “ilkel bir tür” olarak göstermek için çok çabalamışlar, ama bütün bulgular Neandertal insanının bugün sokakta yürüyen herhangi bir “yapılı” insandan daha farklı olmadığını göstermiştir. Bu konuda önde gelen bir otorite sayılan New Mexico Üniversitesi’nden paleoantropolog Erik Trinkaus şöyle yazar:
Neandertal kalıntıları ve modern insan kemikleri arasında yapılan ayrıntılı karşılaştırmalar göstermektedir ki, Neandertaller’in anatomisinde, ya da hareket, alet kullanımı, zeka seviyesi veya konuşma kabiliyeti gibi özelliklerinde modern insanlardan aşağı sayılabilecek hiçbir şey yoktur.
Bu nedenle günümüzde birçok araştırmacı, Neandertal insanını günümüz insanının bir alt türü olarak tanımlayarak “Homo sapiens neandertalensis” demektedir. Bulgular, Neandertaller’in ölülerini gömdüklerini, çeşitli müzik aletleri yaptıklarını ve aynı dönemde yaşamış Homo sapiens sapienslerle beraber, gelişmiş bir kültürü paylaştıklarını açıkça göstermektedir. Kısacası Neandertaller, sadece zamanla ortadan kaybolmuş “yapılı” bir insan ırkıdır.
Homo Sapiens Archaic, Homo Heilderbergensis ve Cro-Magnon
Homo sapiens archaic, hayali evrim şemasının günümüz insanından bir önceki basamağını oluşturur. Aslında bu insanlar hakkında evrimciler açısından söylenecek bir şey yoktur, zira bunlar günümüz insanından ancak çok küçük farklılıklarla ayrılırlar. Hatta bazı araştırmacılar, bu ırkın temsilcilerinin günümüzde hala yaşamakta olduklarını söyleyerek Avustralyalı Aborijin yerlilerini örnek gösterirler. Aborijin yerlileri de aynı bu ırk gibi kalın kaş çıkıntılarına, içeri doğru eğik bir çene yapısına ve biraz daha küçük bir beyin hacmine sahiptirler. Ayrıca çok yakın bir geçmişte Macaristan’da ve İtalya’nın bazı köylerinde bu insanların yaşamış olduklarına dair çok ciddi bulgular ele geçirilmiştir.
Evrimci literatürde Homo heilderbergensis olarak tanımlanan sınıflandırma ise, aslında Homo sapiens archaic’le aynı şeydir. Aynı insan ırkını tanımlamak için bu iki ayrı kavramın da kullanılmasının nedeni, evrimciler arasındaki görüş farklılıklarıdır. Homo heilderbergensis sınıflamasına dahil edilen tüm fosiller ise, anatomik olarak günümüz Avrupalı’larına çok benzeyen insanların günümüzden 500 bin, hatta 740 bin yıl önce İngiltere’de ve İspanya’da yaşadıklarını göstermektedir.
Cro-magnon sınıflaması ise, 30.000 yıl önceye kadar yaşadığı tahmin edilen bir ırktır. Kubbe şeklinde bir kafatasına, geniş bir alna sahiptir. 1600 cc.’lik kafatası hacmi, günümüz insanının ortalamasından fazladır. Kafatasında kalın kaş çıkıntıları vardır ve arka kısımda, Neandertal adamının ve Homo erectus’un karakteristik özelliği olan kemiksi çıkıntı bulunmaktadır.
Avrupalı bir ırk olarak kabul edilmesine karşın, Cro-Magnon kafatasının yapısı ve hacmi, günümüzde Afrika ve tropik iklimlerde yaşayan bazı ırklara fazlasıyla benzemektedir. Bu benzerliğe dayanarak, Cro-Magnon’un Afrika kökenli eski bir ırk olduğu tahmin edilir. Diğer bazı paleoantropolojik bulgular, Cro-magnon ve Neandertal ırklarının birbirleri ile kaynaşarak, günümüzdeki bazı ırklara temel oluşturduklarını göstermektedir. Dahası günümüzde Cro-magnon ırkına benzer etnik grupların Afrika kıtasının farklı bölgelerinde ve Fransa’nın Salute ve Dordonya bölgelerinde hala yaşadığı kabul edilmektedir. Polonya ve Macaristan’da da aynı özelliklere sahip insanlara rastlanmıştır.
Atalarıyla Aynı Anda Yaşayan Türler!…
Şimdiye kadar incelediklerimiz bize açık bir tablo oluşturdu: “İnsanın evrimi” senaryosu tümüyle hayali bir kurgudur. Çünkü böyle bir soy ağacının var olması için, maymunlardan insanlara aşamalı bir evrim yaşanmış ve bunun fosillerinin bulunmuş olması gerekir. Oysa maymunlarla insanlar arasında açık bir uçurum vardır. İskelet yapıları, kafatası hacimleri, dik ya da eğik yürüme kriterleri gibi özellikler, insan ile maymunun arasını açıkça ayırmaktadır. (1994 yılında iç kulaktaki denge kanalları üzerinde yapılan incelemelerin de Australopithecus ve Homo habilis’i maymun sınıfına, Homo erectus’u ise insan sınıfına ayırdığına değinmiştik.).
Bu farklı türler arasında bir soy ağacı olamayacağını gösteren çok önemli bir başka bulgu ise, birbirlerinin atası olarak gösterilen türlerin aynı anda ve birarada yaşamış olmalarıdır! Eğer evrimcilerin iddia ettiği gibi Australopithecuslar zamanla Homo habilis’e, onlar da zamanla Homo erectus’a dönüşmüş olsalardı, bu türlerin yaşadıkları dönemlerin de birbirini izlemesi gerekirdi. Oysa aksine, böyle bir kronolojik sıralama yoktur.
Evrimcilerin kendi hesaplamalarına göre, Australopithecuslar 4 milyon yıl öncesinden 1 milyon yıl öncesine kadar yaşamışlardır. Homo habilis olarak sınıflandırılan canlıların ise 1,7-1,9 milyon yıl öncesinde yaşadığı hesaplanmaktadır. Homo habilis’ten daha “ileri” olduğu söylenen Homo rudolfensis için biçilen yaş ise, 2,5-2,8 milyon yıl kadar eskidir! Yani Homo rudolfensis, “atası” olması gereken Homo habilis’ten neredeyse 1 milyon yıl daha yaşlıdır. Öte yandan Homo erectus’un yaşı 1,6-1,8 milyon yıl kadar geri gitmektedir. Yani Homo erectus örnekleri de, sözde ataları olan Homo habilis sınıflamasıyla yaklaşık aynı zaman diliminde ortaya çıkmışlardır.
Alan Walker, “Doğu Afrika’da Australopithecus bireyleri ile Homo habilis ve Homo erectus türlerinin aynı anda yaşadıklarına dair kesin deliller vardır” diyerek bu gerçeği doğrular.
Louis Leakey, Olduvai Gorge bölgesindeki Bed II katmanında Australopithecus, Homo habilis ve Homo erectus fosillerini neredeyse yanyana bulmuştur.Elbette böyle bir soy ağacı olamaz. Harvard Üniversitesi paleontologlarından Stephen Jay Gould, kendisi de bir evrimci olmasına karşın, Darwinist teorinin içine girdiği bu çıkmazı şöyle açıklar:
Eğer birbiri ile paralel bir biçimde yaşayan üç farklı hominid (insanımsı) çizgisi varsa, o halde bizim soy ağacımıza ne oldu? Açıktır ki bunların biri diğerinden gelmiş olamaz. Dahası, biri diğeriyle karşılaştırıldığında evrimsel bir gelişme trendi göstermemektedirler.
Homo erectus’tan Homo sapiens’e doğru ilerlediğimizde de yine ortada bir soyağacı olmadığını görürüz. Homo erectus’un ve Homo sapiens archaic’in günümüzden 27.000 yıl öncesine hatta 10.000 yıl öncesine kadar yaşamlarını sürdürmüş olduklarını gösteren bulgular vardır.
Avustralya’da Kow Bataklığı’nda 13 bin yıllık, Java Adası’nda ise 27 bin yıllık Homo erectus kafatasları bulunmuştur.
Homo Sapiens’in Gizli Tarihi
Tüm bu incelediklerimizin yanında, hayali evrim soy ağacını temelinden yıkan en önemli ve şaşırtıcı gerçek ise, Homo sapiens’in, yani modern insanın tarihinin hiç umulmadık kadar geriye gitmesidir. Paleontolojik bulgular, bundan neredeyse bir milyon yıl öncesinde, bize tıpatıp benzeyen Homo sapiens insanlarının yaşadığını göstermektedir.Bu konudaki ilk bulgular, ünlü evrimci paleoantropolog Louis Leakey’e aitti. Leakey, 1932 yılında Kenya’daki Victoria gölü yakınlarındaki Kanjera bölgesinde anatomik olarak modern insandan farkı olmayan, Orta Pleistosen devrine ait birkaç tane fosil buldu. Ancak Orta Pleistosen devri, bundan bir milyon yıl öncesi demekti.Bu bulgular evrim soy ağacını tepetaklak ettiği için diğer bazı evrimci paleoantropologlar tarafından reddedildi. Ama Leakey, hesaplarının doğru olduğunu her zaman için savundu.
Evrimci literatürün en popüler dergilerinden biri olan Discover, Aralık 97 sayısında, 800 bin yıllık insan yüzünü kapaktan vererek, evrimcilerin, “bizim geçmişimize ait yüz bu mu?” şeklindeki hayret ifadesini başlık yapmıştı.
Bu tartışma unutulmaya başlamıştı ki, 1995 yılında İspanya’da bulunan bir fosil, Homo sapiens’in tarihinin sanıldığından çok daha eski olduğunu çok çarpıcı bir biçimde ortaya çıkardı. Söz konusu fosil, Madrid Üniversitesi’nden üç İspanyol paleoantropolog tarafından İspanya’daki Atapuerca adı verilen bölgedeki Gran Dolina mağarasında bulundu. Fosil, günümüz insanıyla tamamen aynı görünüme sahip 11 yaşındaki bir çocuğa ait bir insan yüzüydü. Ancak çocuk öleli tam 800 bin yıl olmuştu. Discover dergisi, Aralık 1997 sayısında, konuya geniş yer verdi.
Bu fosil, Gran Dolina araştırma ekibinin başı Arsuaga Ferreras’ın bile insanın evrimi hakkındaki inançlarını sarsmıştı. Ferreras, şöyle diyordu:
Büyük, geniş, şişkin, yani anlayacağınız ilkel bir şeyle karşılaşmayı umuyorduk. 800.000 yıl yaşındaki bir çocuktan beklentimiz, Turkana Çocuğu gibi bir şey olmasıydı. Ama bizim bulduğumuz bütünüyle modern bir yüzdü… Bunlar sizi sarsan türden şeyler: Fosil bulmak değil, tamam fosil bulmak da beklenmedik ve güzel bir olay. Fakat, en etkileyici olanı bugüne ait olduğunu düşündüğünüz birşeyi geçmişte bulmanız. Bu bir anlamda, Gran Dolina’da kasetçalar bulmak gibi birşey. Böyle birşey çok şaşırtıcı olurdu elbette. Alt Pleistosen tabakalarında teypler, kasetler bulmayı beklemiyoruz, ancak 800 bin yıllık “modern” bir yüz bulmak da bunun gibi bir şey. Onu gördüğümüzde çok şaşırmıştık.
Bu fosil Homo sapiens’in tarihinin 800 bin yıl kadar geriye götürülmesi gerektiğine işaret ediyordu. Ama fosili bulan evrimciler, ilk şoku atlattıktan sonra, bu fosilin başka bir türe ait olduğuna karar verdiler. Çünkü evrim soy ağacına göre 800 bin yıl önce Homo sapiens’in yaşamamış olması gerekiyordu. Bu yüzden “Homo antecessor” adlı hayali bir tür oluşturdular ve Atapuerca kafatasını bu sıralamaya dahil ettiler.
Tüm anlatılanlar açıkça gösteriyor ki, evrimciler teorilerini bilim aksini söylese de şuursuzca ve dogmatikçe,sadece inkar adına savunuyorlar.
Ve Darwinistler’e sesleniyoruz; Burada kısaca özetlediğimiz insanın hayali evriminine delil olarak gösterdiğiniz saçmalıklarla yıllarca hem bilim dünyasını hem insanları oyaladığınız için özür dileyin!

SAHTE ARA FORM PİLTDOWN ADAMI’NI EVRİME DELİL OLARAK 40 YIL MÜZEDE SERGİLEDİĞİNİZ İÇİN


Medyada ve akademik kaynaklarda sürekli olarak telkin edilen “maymun insan” imajını destekleyecek hiçbir somut fosil delili yoktur. Evrimciler, ellerine fırça alıp hayali yaratıklar çizerler, ama bu canlıların fosillerinin olmayışı, onlar için büyük bir sorundur. Bu sorunu “çözmek” için kullandıkları ilginç yöntemlerden biri ise, bulamadıkları fosilleri “üretmek” olmuştur. Bilim tarihinin en büyük skandalı olan Piltdown Adamı, işte bu yöntemin bir örneğidir.
Piltdown Adamı: İnsan Kafatasına Orangutan Çenesi!
İNSAN KAFATASINA ORANGUTAN ÇENESİ
Fosiller Charles Dawson tarafından “bulundu” ve Sir Arthur Smith Woodward’a verildi.
 
Parçalar ünlü kafatasını oluşturmak üzere birleştirildi.
İnsan kafatasından bölümler
Bu kafatası hakkında birçok çizim ve rekonstrüksiyon yapıldı, 500′e yakın makale yazıldı.Orijinal kafatası British Museum’da sergilendi.
 
Bu buluştan 40 yıl sonra Piltdown fosilinin bir sahtekarlık ürünü olduğu
ortaya çıkarıldı.
 
Ünlü bir doktor ve aynı zamanda da amatör bir paleontolog olan Charles Dawson, 1912 yılında, İngiltere’de Piltdown yakınlarındaki bir çukurda, bir çene kemiği ve bir kafatası parçası bulduğu iddiasıyla ortaya çıktı. Çene kemiği maymun çenesine benzemesine rağmen, dişler ve kafatası insanınkilere benziyordu. Bu örneklere “Piltdown Adamı” adı verildi, 500 bin yıllık bir tarih biçildi ve çeşitli müzelerde insan evrimine kesin bir delil olarak sergilendi. 40 yılı aşkın bir süre, üzerine birçok bilimsel makaleler yazıldı, yorumlar ve çizimler yapıldı. Dünyanın farklı üniversitelerinden 500′ü aşkın akademisyen, Piltdown Adamı üzerine doktora tezi hazırladı.1 Ünlü Amerikalı paleoantropolog H. F. Osborn da 1935′te British Museum’u ziyaretinde, “doğa sürprizlerle dolu; bu, insanlığın tarih öncesi devirleri hakkında önemli bir buluş” diyordu.2
1949′da ise British Museum’un paleontoloji bölümünden Kenneth Oakley yeni bir yaş belirleme metodu olan “flor testi” metodunu, eski bazı fosiller üzerinde denemek istedi. Bu yöntemle, Piltdown Adamı fosili üzerinde de bir deneme yapıldı. Sonuç çok şaşırtıcıydı. Yapılan testte Piltdown Adamı’nın çene kemiğinin hiç flor içermediği anlaşıldı. Bu, çene kemiğinin toprağın altında birkaç yıldan fazla kalmadığını gösteriyordu. Az miktarda flor içeren kafatası ise sadece birkaç bin yıllık olmalıydı. Flor metoduna dayanılarak yapılan sonraki kronolojik araştırmalar, kafatasının ancak birkaç bin yıllık olduğunu ortaya çıkardı. Çene kemiğindeki dişlerin ise suni olarak aşındırıldığı, fosillerin yanında bulunan ilkel araçların ise çelik aletlerle yontulmuş adi birer taklit olduğu anlaşıldı.3 Weiner’in yaptığı detaylı analizlerle bu sahtekarlık 1953 yılında kesin olarak ortaya çıkarıldı. Kafatası 500 yıl yaşında bir insana, çene kemiği de yeni ölmüş bir orangutana aitti! Dişler, insana ait olduğu izlenimini vermek için sonradan özel olarak eklenmiş ve sıralanmış, eklem yerleri de törpülenmişti. Daha sonra da bütün parçalar, eski görünmeleri için potasyum-dikromat ile lekelendirilmişti. Bu lekeler, kemikler aside batırıldığında kayboluyordu. Sahtekarlığı ortaya çıkaran ekipten Le Gros Clark “dişler üzerinde yıpranma izlenimini vermek için, yapay olarak oynanmış olduğu o kadar açık ki, nasıl olur da bu izler dikkatten kaçmış olabilir?” diyerek şaşkınlığını gizleyemiyordu.4 Tüm bunların üzerine “Piltdown Adamı”, 40 yılı aşkın bir süredir sergilenmekte olduğu British Museum’dan alelacele çıkarıldı.
Şimdi Darwinistler, sadece bu rezalet için bile tüm insanlığa bir özür borcunuz yok mu?..